On yıldır Rusya’nın Kuzey Buz Denizi’nin güneyinde ve Kuzey Atlantik’deki (Arktik’te değil) deniz yetenekleri üzerinde yoğunlaşan tartışmaların odağı bugün Rusya deniz kuvvetlerinin küresel rolü ve nükleer caydırıcılığı konusuna kaymıştır.NATO’nun Rusya’nın stratejik nükleer denizaltıları (SSBNler) ile ilgili endişeleri ilk defa 50 yıl önce, Yankee sınıfı SSBN’in geliştirilmesiyle gündeme geldi. Bu gelişme 1967’de, NATO’nun yıllık istihbarat raporlarında geniş bir yer aldı.

Vladimir Putin bir denizaltının güvertesinden Barents Denizi’ndeki bir tatbikatı izliyor (Şubat 2004). © REUTERS
)

Vladimir Putin bir denizaltının güvertesinden Barents Denizi’ndeki bir tatbikatı izliyor (Şubat 2004). © REUTERS

Sovyetler Birliği Amerika’nın Polaris füzeleri ile donatılmış George Washington sınıfı denizaltılarına karşılık olarak Yankee ve Delta sınıfı stratejik denizaltılarını geliştirdi. 1967 yılında göreve başlayan ve SS-N-6 füzeleri ile donatılmış olan Yankee SSBNler 2500 km menzile sahiptiler ki bu da onlara ABD kıyılarından uzakta, Atlantik Okyanusunun ortasında, devriye görevi yapmalarına olanak sağlıyordu.

Birkaç yıl sonra geliştirilen SS-N-8 füzeleri ile donatılmış Delta SSBNler Sovyetler Birliği’ne Barents Denizi’ndeki kendi karasularından ABD’ye bir saldırı düzenleyebilme olanağını veriyordu. Kuzey Filosu Barents Denizi’ni, ve daha sonra Okhotsk Denizi’ni, SSBNler için korunaklı alanlar olarak belirledi (Bastion). Bu alanlar saldırı amaçlı denizaltılar, yüzey gemileri ve hava kuvvetleri tarafından korunuyordu.

Caydırıcı niteliği olan stratejik nükleer denizaltılar ve “Bastion” kavramı Rusya’nın nükleer bir saldırıya güçlü bir nükleer saldırı ile karşılık verebilme yeteneğinin (ikinci vuruş yeteneği) temel taşı olarak kabul edildi. Ancak Atlantik Yüksek Müttefik Komutanı’nın (SACLANT) 1960’larda NATO siyasi liderlerinin Kuzey Buz Denizi’nin güneyinde ve Kuzey Atlantik denizlerinde Rusya’nın giderek artan tehdidine dikkatleri çekmek ve Avrupa Müttefik Yüksek Komutanı’nın (SACEUR) Avrupa kıtası üzerindeki bakış açısını genişletmek amacıyla yaptığı ilk girişimlerinde başarısız olduğunu hatırlamakta da yarar vardır.

1960’larda SACLANT’ın Kuzey Buz Denizi’nin güneyi ile ilgili endişeleri

İskandinav Yarımadası Soğuk Savaş boyunca önemli olmuştur. Daha savaşın ilk yıllarından itibaren ABD’nin nükleer silahla yüklü bombardıman filoları için İskandivya’nın kuzey kısımlarından geçerek Sovyetler Birliği’nin orta kesimlerine uzanan rota bir transit geçit olmuştur. Aynı şekilde, Anglo-Amerikan uçak gemisi filoları da kuvvet planlaması yapmak ve stratejik bombardıman gemilerine havadan koruma sağlamak amacıyla Norveç Denizi’nde görev yaptılar. Bunun yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri Norveç’in kuvvetlerini geliştirmesine de destek oldu.

Bölgenin ABD başta olmak üzere saldırı amaçlı kullanılması Soğuk Savaş’ın başından 1960’ların ilk yıllarına kadar sürdü. O tarihlerde artık uzun menzilli nükleer stratejik füzeler Soğuk Savaşın başlıca silahları olmaya başlamıştı. En uç kuzey alanlar ABD için daha az önemli olmaya başladı.

Oysa, bu alanın stratejik önemi SACEUR ve NATO örgütü tarafından daha farklı algılanıyordu. NATO stratejisinde Kuzey Buz Denizi’nin güneyi neredeyse hiç yer almıyordu. NATO’nun “kuzey kanat” ile ilgili endişeleri daha ziyade güney İskandinavya ve Baltık Denizi, ve bu konudaki yaklaşımlarla bağlantılıydı. 1951 yılında Oslo’da Kuzey Kanat adına bir karargah kuruldu; ve kuzey komutanlığı (Kuzey Avrupa Müttefik Kuvvetleri veya AFNORTH) SACEUR’ün nüfuz alanının kuzey kanadını oluşturdu. Ancak, bölge ile ilgili hakim bakış açısı temel faaliyet alanının “taktik kuzey kanadı” olduğu yönündeydi.

1960’ların başları ve ortalarında, Atlantik Politika Danışma Grubu kuzey kanadının (yani İskandinavya) stratejik amacını tanımlayan üç gerekçe olduğunu savunuyordu:


  • Sovyetlerin ılıman sulara erişimi engelleyen bir bariyer olması;

  • saldırılara karşı operasyonlar için üs sağlama (denizaltı savar dâhil) ve

  • konumunun yaklaşmakta olan bir saldırıyı tespit etmeye ve uyarı vermeye elverişli olması.



SACLANT 1960’lı yıllar boyunca Sovyetlerin deniz kuvvetlerini giderek geliştirdiklerinin farkındaydı ve NATO’nun üst makamlarını denizcilik konusuna daha fazla eğilmeleri için uyarmaya çalışmış ama ilk başlarda başarılı olamamıştı) 1965 yılında hazırladığı ve Sovyetlerin denizlerde giderek büyüyen tehdidini ele alan iki önemli çalışmanın da -“Kuzey Norveç için Beklenmedik Durum Çalışması” ve “NATO denizcilik Stratejisi”- bir etkisi olmadı.

Sovyetler Birliği’nin Polaris füzeleriyle donatılmış George Washington sınıfı Amerikan denizaltılarına karşılık olarak geliştirdiği Yankee I stratejik denizaltısı. (taşırdığı su: 7,700 t (yüzeyde), 9,300 t (su altıında)) RNoAF 333 Filosunun izniyle.
)

Sovyetler Birliği’nin Polaris füzeleriyle donatılmış George Washington sınıfı Amerikan denizaltılarına karşılık olarak geliştirdiği Yankee I stratejik denizaltısı. (taşırdığı su: 7,700 t (yüzeyde), 9,300 t (su altıında)) RNoAF 333 Filosunun izniyle.

Ancak iki yıl sonra bu çalışmalar önem kazandı ve 1967’de yeni ve daha esnek bir NATO denizcilik stratejisi geliştirme konusundaki tartışmalarda öne çıktı. Yeni strateji iki kavram üzerine oturtulmuştu: hazır deniz kuvvetleri ve denizcilik beklenmedik durum kuvvetleri.

NATO SSBN tehdidinin farkına varıyor

Genel olarak stratejik denizaltıların artması Soğuk Savaş stratejileri için son derece önemlidir. Ancak NATO arşivlerine bakıldığında bu konudaki erken gelişmelerin SACLANT dışında NATO liderlerinin pek fazla dikkatini çekmediği görülüyor. Stratejik denizaltılar daha önceki yıllarda da vardı ama önemli bir tehdit olarak ilk kez 1967’de NATO’nun yıllık istihbarat çalışmalarında öne çıkmıştır (“Sovyet Bloku’nun Gücü ve Yetenekleri”, SG/161 serisi).

Mevcut stratejik denizaltıların ABD sahillerine iki-üç günlük mesafeden etkili olabilecekleri hesaplanıyordu. Ayrıca bu gemileri çoğu su altından da füzelerini ateşleyebilme yeteneğine sahiptiler (bu yetenek test edilmişti). Ancak, o sıralarda görev yapan denizaltılara ilaveten yeni ve “çok daha gelişmiş” bir SSBN sınıfının da 1968’de hizmete girmesi bekleniyordu.

Borei sınıfı Yuriy Dolgorukiy –Soğuk Savaşın sona ermesinden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra geliştirilen ilk Rus denizaltısı – 2014 yılında aktif olarak konuşlandırılmaya başlandı. (Taşırdığı su: 14,720 t (yüzeyde), 24,000 t (su altında); 16-20 modern balistik füze, her biri 6-10 MIRVed savaş başlıklı denizaltından atılabilen RSM-56 Bulava balistik füzeler. Resim DFI’nin izniyle kullanılmıştır.
)

Borei sınıfı Yuriy Dolgorukiy –Soğuk Savaşın sona ermesinden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra geliştirilen ilk Rus denizaltısı – 2014 yılında aktif olarak konuşlandırılmaya başlandı. (Taşırdığı su: 14,720 t (yüzeyde), 24,000 t (su altında); 16-20 modern balistik füze, her biri 6-10 MIRVed savaş başlıklı denizaltından atılabilen RSM-56 Bulava balistik füzeler. Resim DFI’nin izniyle kullanılmıştır.

Kendinden önceki modellere oranla suda daha sessiz olan ve daha uzun menzilli füzelerle donatılmış olan bu denizaltıların ortaya çıkması NATO liderleri için bir dönüm noktası oldu. NATO nihayet SSBNlerin gerçekten stratejik vuruşlar yapabilecek kapasiteye sahip oldukları ve önemli bir tehdit oluşturduklarını kabul etti. Kuzey Buz Denizi’nin güneyi ve Sovyetler Kuzey Filosunun NATO stratejisinin merkezine oturmasının en etkili açıklaması budur. Bölge artık Temel Faaliyet Alanı’nın “taktik kanadı” olan ikincil bir harekât alanı olarak görülmekten çıkmış, bağımsız bir stratejik harekât alanına dönüşmüştür.

Geriye dönerek bakarsak, uzunca bir süre SACLANT tarafından Sovyetlerin deniz kuvvetleri ve denizcilik alanında aşamalı olarak gösterdikleri gelişmelerle ilgili endişeleri Sovyet denizaltılarının stratejik açıdan önemli bir silah haline geldiği 1967 yılına kadar NATO liderleri tarafından pek dikkate alınmamıştı.

Geleceğe Dönüş

Soğuk Savaşın ikinci yarısında stratejistler Rusya’nın “ikinci vuruş yeteneği”nin merkezini koruyacak olan stratejik nükleer caydırıcı denizaltılar ve bunların korunduğu bölgeler (Bastion’lar) hakkında bilgi sahibiydiler – bunlar Soğuk Savaş sonrasında da Rusya için önemini korudu. Ancak son yirmi yıldır akademisyenler, politikacılar ve birçok askeri kuvvetler NATO sınırları dışındaki operasyonel konuşlandırmalarla meşgul olduklarından nükleer caydırıcılık üzerinde pek odaklanamadılar.

Bir süper güçler politikasına geri dönüldüğünün görüldüğü bu günlerde dikkatlerimizi yeniden caydırıcılık konusundaki güç oyununa çevirmeli ve bölgemizin karşı karşıya olduğu potansiyel tehditler üzerinde odaklanmalı, daha uzak da olsa istikrarsızlık ve asimetrik tehditleri de ihmal etmemeliyiz.

Rusya’nın Borei sınıfı stratejik denizaltıları SS-N-32 Bulava füzeleriyle donatılmışlardır. SS-N-Bulava füzeleri, denizaltıdan atılan, katı yakıtlı, 8,300 km mezilli kıtalararası balistik füzelerdir.
)

Rusya’nın Borei sınıfı stratejik denizaltıları SS-N-32 Bulava füzeleriyle donatılmışlardır. SS-N-Bulava füzeleri, denizaltıdan atılan, katı yakıtlı, 8,300 km mezilli kıtalararası balistik füzelerdir.

Son yirmi yılın çatışmaları ile uğraşırken nükleer caydırıcılığı göz ardı etmemeliydik. Rusya’nın geçmişte olduğu gibi bugün de bir süper güç olarak davranabilmesinin (veya davranmaya çalışmasının) altında nükleer caydırıcılık yatar. Rusya artık bir süper güç değilse de nükleer caydırıcılık açısından hala üç büyük gücün karşılıklı imha edebilme yeteneğine sahip oldukları (MAD – Mutually Assured Destruction) bir dünyada yaşıyoruz. Bu güçlerin Ukrayna, Orta Doğu ve diğer yerlerdeki çatışmalarda göz önünde bulundurmaları gereken ve kullanabilecekleri askeri ve diplomatik gücün düzeyini belirleyen bu gerçeğin üzerinde durulmamıştır.

Bastion kavramı ve Rusya’nın nükleer caydırıcı unsuru akademik çevrelerde tartışma konusu olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Bir düşünce kuruluşu olan Royal United Services Institute – Whitehall ile Washington merkezli Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi tarafından işbirliği içinde hazırlanan bir transatlantik projesi raporunun Mart 2017’de NATO Genel Karargâhındaki bir seminerde sunulması beklenmektedir.

Kaynaklar

Bu makale yazarın daha önceki şu eserlerine dayanmaktadır:


  • ‘How the High North became Central in NATO Strategy: Revelations from the NATO Archives’, Journal of Strategic Studies, Aug 2011, Vol. 34 Issue 4;

  • ‘The Northern Flank and High North Scenarios of the Cold War, in Bernd Lempke ed., Periphery or Contact Zone? The NATO Flanks 1961 to 2013 (Freiburg: Rombach Verlag, 2015).



Bugünkü Bastion Kavramı konusunda bkz.: Olsen, John Andreas ed., NATO and the North Atlantic: Revitalising Collective Defence, RUSI Publications, 6 March 2017.

Kısa süre önce bu konuda yapılan bir seminerdeki tartışmalar için, bkz.:https://www.csis.org/events/nato-and-north-atlantic-revitalizing-collective-defense