Periyodik olarak yapılacak Zirve toplantılarının yararlı olduğuna yürekten inananlardanım. İttifakın tüm devlet ve hükümet başkanlarının toplanması başlı başına önemli bir olaydır ve bu toplantılar başarılı olmak zorundadır. Ne bir bütün olarak İttifak ne de bireysel katılımcılar için başka bir seçenek yoktur. Ama iş bu kadarla bitmiyor. Bir Zirve toplantısı, İttifakın uyumunu göstermek, hedeflerini tekrar doğrulamak ve gelecek eylemleri için bir yol çizmek için son derece kullanışlı bir katalizör görevini görür. Kimse katılımcılardan onaylamış oldukları bir dokümanı ayrıntılarıyla tartışmalarını beklemez.

Zaten bunu yapabilmek için yeterli zaman da yoktur. Nitekim böyle bir şey yapmaya kalksalar sonuç felaket olurdu çünkü başarının temeli fikir birliğinin görülür olmasıdır ki bu da önceden dikkatli bir hazırlık yapılmasını gerektirir. Bu hazırlık dönemi tüm üye ülkelerin Daimi Temsilcileri ve ilgili personelinin kendi hükümetlerinden aldıkları talimatlar ışığında saatlerce süren hararetli görüşmeler yapmalarını gerektirir. Bu süreç, kaçınılmaz olarak tüm katılımcıların uzlaşmaya varabilmek için tavizler vermelerini gerektirir. Ancak bu dokümanlar ortaya çıkan pürüzlerin üstünü örtmek için geçici bir birlik görüntüleme çabaları olarak addedilmemelidir. Hükümet başkanlarına sunulacak metinler üzerinde bir uzlaşmaya varmak amacıyla tüm Müttefiklerin görüş ve yaklaşım farklılıklarını gidermek için yürüttükleri samimi çabaların bu dönemde yer aldığı düşünülürse, hazırlık aşamasının Zirvenin kendisi ile eşdeğer olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Bonn Zirvesine katılan NATO liderleri fotoğraf çekimi için yerlerini alıyorlar. Ama Zirve basından hak ettiği ilgiyi gördü mü?
)

Bonn Zirvesine katılan NATO liderleri fotoğraf çekimi için yerlerini alıyorlar. Ama Zirve basından hak ettiği ilgiyi gördü mü?

Dolayısıyla, 1974 Zirve toplantısı İttifak İlişkileri Bildirisini onaylamak ve böylece Bildiriye artı bir statü ve yetki tanımak amacıyla yapıldı. Hazırlığı bir yılı bulan bu toplantı İttifakın 25. yıldönümünden bir hafta önce Ottawa’da Dışişleri Bakanları tarafından onaylanmıştı. Bu toplantının devamı olarak, Hükümet başkanları 1975’te Bildiriyi tekrar gözden geçirmek ve getirdiği taahhütleri tekrar teyit etmek üzere bir araya geldiler. 1977 Londra Zirvesi İttifak için bir çalışma programı hazırladı ve bu programın sonuçları 1978 Washington Zirvesinde gözden geçirildi. Bu zirve olağanüstü bir öneme sahipti. Hükümet başkanları Doğu-Batı ilişkileri konusunda bugün de geçerliliğini koruyan uzun vadeli eğilimlerle ilgili bir çalışmayı onayladılar; ayrıca savunma harcamalarında yıllık %3 reel artış hedefini ve Uzun Vadeli Savunma Programını onayladılar. Bu program 1980’lerde İttifakın konvansiyonel savunmasında yapılacak iyileştirmeler için bir çerçeve oluşturmasının yanısıra, Orta Menzilli Nükleer Kuvvetlerin modernizasyonu ve silahların kontrolü konusunda 1979 yılında alınan çift yönlü kararla sonuçlandı. Bugün İttifakın savunma planlaması hâlâ bu kararlara dayanıyor.

Zirve toplantıları dizisinin en sonuncusu bu yıl 10 Haziran’da Bonn’da yapıldı. Başarı yine şarttı. Ama Başkan Reagan için çok daha önemliydi çünkü bu Zirve kendisinin 18 ay önce göreve gelmesinden sonra yaptığı ilk Avrupa ziyaretinin en önemli noktasını oluşturuyordu. Dolayısıyla bir “Barış için Özgürlük Programı” da içeren bildirinin oy birliğiyle kabulü son derece yerinde oldu. Toplantı sadece birkaç saat sürdü ama bu bildiri ve beraberindeki silahların kontrolü ve savunma konusundaki belgeler tüm İttifak üyelerinin katkıda bulunduğu ve haftalar süren zorlu görüşmelerin bir sonucuydu. Bu belgeler İttifakın ilkelerini ve amaçlarını açıkça ve istinasız şekilde tekrar teyit ediyordu. Bu belgeler İttifakın temelde birlik içinde olduğu, Sovyetler Birliği’nin tutumunun herkes tarafından barış ve istikrar için bir tehdit olarak görüldüğü, Amerika Birleşik Devletleri’nin taahhüdünün devamlılığının değişmediği ve caydırıcılık ve detantın İttifakın iki ayağı olduğu konusunda herhangi bir şüpheye yer bırakmamalıydı. Kısacası, Zirve birincil amacına ulaşmıştı.

Buraya kadar her şey iyi denebilir. İttifakın birkaç yıldır halkın gözündeki “dağınık” imajından sonra bu birlik gösterisi ancak memnuniyetle karşılanabilir. Bu noktada insan “ve İttifak sonsuza dek mutlu yaşadı” diyebilmek istiyor; ama bu pek mümkün değil.

Uyumun altın çağı yok

Son yıllarda transatlantik tartışmalarında dağılma belirtileri gördüklerini söyleyenler ya tamamen yanılıyorlar ya da hafızaları çok zayıf. Artık ne Amerika Birleşik Devletleri İttifakı Avrupa’da yalnız bırakmayı göze alır ne de Avrupa ABD’ den kopabilir. İki taraf da birbirlerini ne kadar sinir bozucu bulsalar da, aralarındaki bağlar birbirlerinden kopamayacak kadar sağlam. Ayrıca, aralarındaki uyuşmazlıklarda görülebilecek tek değişiklik, gerçekleştikleri zamanki uluslararası sahnenin devamlı bir evrim içinde olduğu; bu olaylar, geçmişte meydana geldiği zaman da travmatik olaylar olarak görülmüştü. Diğer yandan, İttifak içi ilişkilerde anlaşmazlıklar hep var. Geriye dönüp baktığımızda uyum içinde bir altın çağ da görmüyoruz. Tartışmaların çoğu yüzölçümü, coğrafya, tarih ve ekonomik şartlar gibi değiştirilemeyecek farklılıklardan kaynaklanır. Diğerleri ise, farklı ulusal öncelikler ve algılardan kaynaklanır ki bunların da uzlaştırılması çok zordur. Gerçek şu ki 15, hatta şimdi 16 bağımsız hükümet arasında bir uyum sağlanması İttifakın çeşitli faaliyet alanlarında yürütülen daimi çabalar olmaksızın gerçekleşemez, hiçbir zaman da gerçekleşmedi. Şimdi Zirve konusunda sorulacak soru, Zirvenin İttifakın sorunlarının çözümünde veya azaltılmasında ne dereceye kadar katkısı olacağıdır. Bu noktada düş kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Zirve bildirisi geniş kapsamlı ilkeler açısından son derece güçlü ama ne yazık ki belirli noktalar ve gelecek için yönlendirici ilkeler açısından son derece zayıf. Tabii önümüzdeki aylarda yaşanacak gelişmeler beni şaşırtabilir; umarım da öyle olsun. Şu ana kadar bu doğrultuda pek az işaret görüyorum. Peki, o zaman sorunlar neler?

Kamuoyundaki imaj

Birincisi, kamuoyuna tanıtımdır. İttifakın imajında bir yanlışlık var. İttifaka neden ihtiyaç olduğu, İttifakın ne yaptığı ve “Barış için Özgürlük”e ne katkıda bulunduğu ve özellikle de savunmayı güçlendirmenin neden silahların kontrolü ile sadece yakından ilgili olduğu değil, onun için şart olduğu konularında müthiş bir cehalet hüküm sürüyor. “Barış Hareketi”ndekilerin çoğunun gerekçesi, yanlış yönlendirilmiş olsalar da, gayet samimi. İttifakın hedeflerini gayet iyi bilen ama onlara tamamen karşı olanlardan aldıkları destek ise pek de samimi değil.

NATO’nun Enformasyon Servisi kısıtlı bütçesi ve görev tanımları çerçevesinde elinden gelenin en iyisini yapıyor. Ancak mesaj gereken yerlere ulaşamıyor. Örneğin, İttifak bu yıl gurur duyulacak iki belge hazırladı: NATO ve Varşova Paktı kuvvetlerinin ilk kez bir karşılaştırması (2 Nisan) ve tanınmış katılımcıların İttifak politikasını çeşitli açılardan ele alan makalelerini içeren bir NATO Dergisi Özel Sayısı (Haziran). Birincisi insanın aklını başına getiren bir analiz; ikincisi ise gerçekçi bir değerlendirme. Başka ülkeleri bilemiyorum ama İngiliz medyasında bu iki belge ile ilgili ne bir şey okudum ne de duydum. Dahası, Zirve ile ilgili bir haber de ne görüldü ne duyuldu; sokaktaki insan için– gazete okurları için bile – böyle bir zirve adeta hiç yapılmamıştı. Oysa Bildiride ve silahların kontrolü ile ilgili beyanlarda öyle noktalar vardı ki eğer hayal gücü kullanılırsa önem açısından Başkan Brejnev’in tam da BM Silahsızlanma konusundaki İkinci Özel Oturumdan bir gece önce manşetlere çıkan “No First Use of Nuclear Weapons” (Nükleer silahları önce ben kullanmayacağım) taahhüdü ile boy ölçüşebilirdi. Bu konunun bireysel hükümetlere ait olduğu ve her ülkenin kendi özel şartları olduğu söylenecektir. Bu doğrudur, ancak sonuçlar doğrudan İttifakı ilgilendirir veya ilgilendirmelidir. Kamuoyu imajı sorununun İttifak bazında ciddi bir işbirliğini hak edecek kadar önemli ve acil bir hale geldiğine inanıyorum. Bu konu Brüksel bürokrasisinde yeniden bir düzenleme yapılmasını gerektirebilir.

Savunma

İkinci problem savunmadır. Savunma konusunda neye ihtiyaç olduğu gayet açık: inanılabilir bir caydırıcılık konumunu sürdürmek ve nükleer eşiğin düşürülmesinden kaçınmak. Daha önce değindiğim kuvvet karşılaştırması ile ilgili belge bu ihtiyacı gayet iyi açıklıyor. Uzun süredir olduğu gibi, sorun hâlâ giderek büyüyen olumsuz dengenin nasıl hafifletileceği. Aslında Zirvede “NATO’nun savunma ve özellikle de konvansiyonel kuvvetler konusundaki duruşunu kuvvetlendirmeye devam etmek” şeklindeki taahhütte bir yanlışlık yok. Ama bu yeterli değil. Bu taahhüdü yerine getirmek için önerilen önlemler yıllardır NATO’nun savunma planlamasının temelini oluşturanların bir tekrarı olmaktan öteye gitmiyor. Ayrıca bir eksiklik olduğu da son derece aşikâr: 1978 Zirvesinde onaylanmış olan savunma harcamalarında yapılacak yılda yüzde üç oranındaki reel artış. Avrupa’nın bu hedefi gerçekleştirmesi, en hafif deyimiyle, şüpheli. Bu taahhüt geçen Mayıs ayında Savunma Bakanları tarafından tekrar teyit edildi ama Bonn Zirve belgesinde bu konuya değinilmemesi, İttifakın bu taahhüdü sürdürüp sürdürmeyeceği konusunda şüphe uyandırıyor. Çok yazık. En tatsız gerçek ise paranın her yerde az olduğu bir zamanda daha fazla savunmanın daha fazla para demek olması. Yüzde üç, ulusal çabaları değerlendirmekte vasat fakat yararlı bir ölçüttür (askerî makamlar bu miktarın yüzde dört olması gerektiğini ileri sürdüler).

“Ulusal kaynakların savunmada kullanımının daha etkili hale getirilme yollarını” araştırmak, bu ilave mali yükü hafifletmekte çok işe yarayabilir. Ancak bugüne kadar bunda bir başarı sağlanamadı. Gelecekte bir sonuç almak istiyorsak alışılmış bazı kalıpları kırmamız gerekecek. Bunun olması için kuvvetli bir siyasi ivme gerekecek. Ancak bu konuda da herhangi bir ışık yok. Zirve, İttifakı rollerin yeniden ayarlanması, konuşlanmanın rasyonelleştirilmesi, lojistik ve hizmet görevlerinde işlevsel bir uzmanlık ve işbirliği gibi belirli adımlar üzerinde çalışmaya yönlendirseydi, bu sağlanabilirdi. David Greewood’un NATO Dergisinin Haziran Özel Sayısında önerdiği gibi, İttifak yola bir “ortak girişim” olarak devam etmek yerine kendisini “toplu girişim” olarak örgütlemeyi düşünebilir

İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve NATO Genel Sekreteri Joseph Luns Bonn Zirvesi başlamadan önce.
)

İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve NATO Genel Sekreteri Joseph Luns Bonn Zirvesi başlamadan önce.

Doğu-Batı İlişkileri

Üçüncü problem ise Doğu-Batı ilişkilerini yürütmek ile ilgilidir. Doğu-Batı ilişkileri konusundaki danışmalar uzun süredir İttifak faaliyetlerinin bir özelliği. Uygulamada danışmalar her zaman savunma politikaları koordinasyonunun ön şartı olmuştur. Aralık 1967’de İttifakın Gelecekteki Görevleri üzerine bir Raporun kabul edilmesinden beri bu tür danışmalar vazgeçilmez ve sürekli hale geldi. Raporun yazılmasına önayak olan o zamanki Belçika Dışişleri Bakanının adıyla Harmel Raporu olarak bilinen bu rapor, detantı teşvik edecek önlemleri sürdürmenin eşit derecede önemli olduğunu vurguluyordu. Bu da İttifakın siyasi gelişiminin en başarılı ve yapıcı boyutlarından biridir. Gerçekten de Doğu-Batı ilişkileri İttifak güvenliği açısından son derece büyük önem taşıdığı için böyle olmasaydı İttifak içindeki uyum açısından çok kötü olurdu.

Tartışmalar, hatta sık sık da şiddetli tartışmalar hiç eksik olmadı. Ancak genelde Sovyetlerin davranışları veya amaçlarının değerlendirilmesi üzerinde ciddi bir görüş ayrılığı olmadığı söylenebilir. En ciddi anlaşmazlıklar, Atlantik’in iki yakası arasında idi ve bu konuda ne yapılabileceği veya ne yapılması gerektiği hakkındaki farklı görüşleri yansıtıyordu. Bu farklılıkları Amerika’nın Doğu-Batı ilişkilerinin küresel olduğu Avrupa’nın ise bu ilişkilerin bölgesel olduğu yönündeki görüşü şeklinde açıklamak gayet basit ve artık geçerliliğini yitirmiş bir yaklaşım - en azından Sovyetlerin Afganistan’ı istilasından beri. Ama yine de bir gerçek payı var: Avrupalılar için detant aynı kıta üzerinde barış içinde birlikte yaşamak (ve değerli ticari işlemler) açısından şart; Amerikalılar için ise detant, süper güçlerin karşı karşıya gelmelerini yönetme çabalarının arzu edilen sonucu (gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli değil) olmaktan ziyade kendi başına bir amaç.

Zirve Bildirisinde Doğu-Batı ilişkileri ve detant hakkında çok şey var ve hepsi (doğal olarak)16 Hükümetin hepsinin kabul edebilecekleri ifadelerle yazılmış. Ancak aralarındaki farklılıkların bir şekilde çözümlenmiş olabileceği konusundaki hayallerin hepsi daha sonra, örneğin ticaret kredileri ve petrol boru hattı konusundaki tartışmalar sırasında uçup gitti. Bunların üzerinde fazla durmaya gerek yok. Ancak bu tartışmalar İttifakın acilen Doğu-Batı ilişkileri için Zirve Bildirisinde kabul edilen ilkelerin uygulanması konusunda yol gösterecek bir Davranış Kuralları geliştirmesi gerektiğini gösteriyor. Bu kolay olmayacak ve tavizler verilmesini gerektirecek. Ama gayret sarf edilmediği takdirde mevcut farklılıkların devam etmesi transatlantik ilişkiler üzerinde giderek artan bir baskı oluşturacak.

Antlaşma alanının dışı

Son olarak, Antlaşma alanının dışındaki konuların ele alınması. 1980’lerde bunun İttifak’ın karşısındaki en önemli problem olduğu sık sık iddia edildi. Bazılarının bu sorunun diğerlerinden daha önemli olmadığını düşünmelerine rağmen şurası muhakkak ki İttifak istikrar karşısındaki tehditlere ve üyelerin Antlaşma taahhüdünü doğrudan etkilemeyen hayati çıkarlarına yapıcı biçimde mukabele edebilmek istiyorsa, kesinlikle yeni bir düşünce tarzı geliştirmek durumunda.

Bu konuların İttifak açısından ne kadar önemli olduğu 1967 Harmel Raporunda onaylandı: “Kuzey Atlantik Antlaşması alanı dünyanın geri kalanının dışında bir alan olarak ele alınamaz. Bu alanın dışında ortaya çıkan krizler ve çatışmalar güvenliğe ya doğrudan ya da küresel dengeyi sarsarak zarar verir.” Bu nedenle Harmel Raporu bu konularda İttifak ile danışmaların sürdürülmesini öneriyor. Fakat 1974 Atlantik İlişkileri Bildirisinde konunun önemi büyük ölçüde azalmıştı: “Müttefikler, İttifak üyeleri olarak ortak çıkarlarını ilgilendiren konularda, bu çıkarların dünyanın diğer taraflarındaki olaylardan etkilenebileceğini göz önünde bulundurarak samimi ve zamanında danışmalarda bulunma uygulamasını güçlendirmekte son derece kararlıdırlar.”

Bu uygulamanın büyük ölçüde brifingler ve kısıtlı ölçüde bilgi alış verişiyle sınırlı olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bunlar içerik ve yöntem açısından olduğu kadar ulusal öncelikler konusunda da İttifak üyeleri arasındaki farklılıkları gösterebilirler ve gösteriyorlar da. Bu farklılıkları gidermek için çalışmak danışmaların bir işlevi olmalıdır. Fakat etkili olabilmek için bu tür danışmalar, hiçbir konunun çok hassas veya çok çelişkili olduğu için dışarıda bırakılmadığı, tam olarak iki yönlü bir süreç olmalıdır. Bence İttifak açıkça diğer ülkelerin işlerine karışmakla kendi çıkarlarını en iyi nasıl koruyabileceğine dair görüşlerindeki karmaşa arasında çok hassas bir yol izlemek zorunda. Maalesef bu konuda ortaya çıkan izlenim kısıtlayıcı faktörün görüşlerindeki karmaşa olduğu yönünde. Acaba bu noktada Avrupa Topluluğunun 10 üyesine Siyasi İşbirliği konusunda düşecek bir rol var mı? On ülke tarafından dış politikayı koordine etmek ve bir “Avrupa Görüşü” geliştirmek konusunda çok şey yapıldı. Eğer sonuçlar bir şekilde İttifak içinde danışma sürecini kuvvetlendirmek için kullanılabilseydi çok yararlı olurdu. Bonn Zirve Bildirisi 1981’deki iki toplantıdan sonra Dışişleri Bakanları tarafından yayınlanan bildirilerden öteye gitmiyor. Fakat bu konuda söylenecek son söz bu değil.

1980’LER İÇİN ZORLU BİR GÜNDEM

Bunların hiçbiri İttifak’ın gerçek başarılarının değerini azaltamaz. Başka hiçbir şey olmasa bile 33 yıldır yaşamını sürdürmesi başarısının yeterli kanıtı. Nitekim Zirve Bildirisi İttifakın süregelen canlılığını ve önemini tüm üyelerine gösterdi. İttifak’ın toplu hareket etme yeteneği olduğu ve bu yeteneği kullanma iradesini gösterebileceği konusunda hiç şüphe yok; Aralık 1979’da Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler hakkında alınan çift yönlü karar, Aralık 1980’de acil durum planlamasının da desteğiyle Polonya konusundaki taviz vermeyen duruşu, Avrupa Güvenliği Hakkında Madrid Gözden Geçirme Konferansında ve 1981 yılı boyunca hem insan hakları konusunda Batının duruşunu sunarken hem de güven oluşturma önlemleri konusunda Fransa’nın girişimini desteklerken gösterdiği İttifak dayanışması son yıllardaki en önemli örneklerdir.

İttifakın varoluşu süresince ihtiyacı olan direnme gücü hiçbir zaman eksik olmadı. 1980 yazında Sovyetlerin Afganistan’ı işgalini takip eden üzücü bir uyuşmazlık döneminden sonra, ve Ocak 1982’de Polonya’da sıkıyönetim ilanını takip eden benzer bir karmaşadan sonra kendini çok çabuk toparlayabilmesiyle bunu kanıtladı. Bununla beraber 1980’lerin gündemi gerçekten zorlu olmaya devam ediyor. Halkın, özellikle de genç neslin desteğini korumak istiyorsak kamuoyundaki imajımızı düzeltmeliyiz; caydırıcılığın inandırıcı olmasını istiyorsak konvansiyonel kuvvetlerimizin etkisini arttıracak yollar bulmalıyız; Sovyetler sorununa tutarlı bir tepki vermek istiyorsak Doğu-Batı ilişkileri konusundaki farklılıklarımızı bir şekilde çözmeliyiz; tüm dünyada İttifakın çıkarları karşısındaki tehditlere başarıyla karşı koymak istiyorsak stratejilerimizi daha iyi koordine edecek yöntemler geliştirmeliyiz.

İttifak Sovyetlerin Afganistan’ı istila etmesini takip eden uyuşmazlık döneminden sonra tekrar dengesini buldu. Yukarıda işgalden hemen sonra Kabil dışındaki camileri korumakla görevlendirilen silahlı askerler.
)

İttifak Sovyetlerin Afganistan’ı istila etmesini takip eden uyuşmazlık döneminden sonra tekrar dengesini buldu. Yukarıda işgalden hemen sonra Kabil dışındaki camileri korumakla görevlendirilen silahlı askerler.

Hiçbir Zirvenin bu sorunları tek başına çözmesi beklenemez. Ancak bu Zirvede önümüzdeki yıl yapılacak bir başka Zirvede sorunların çözülmesinde kaydedilen ilerlemenin gözden geçirilmesi yönünde bir niyet beyan edilebilirdi. Bu yapılmadığı için inisiyatif yılın sonuna doğru düzenli toplantılarını yapacak olan Dışişleri ve Savunma Bakanlarına bırakıldı. Hükümet başkanları açık ve net bir şekilde yol göstermezlerse Bakanlar bu işi pek kolay bulmayabilirler. Ama üzerinde ciddi olarak düşünmelerini istediğim bir önlem var. O da normal İttifak çerçevesi dışında bir Özel Gözden Geçirme toplantısı yapılması. Bu öneri daha önce iki vesileyle benimsendi. Birincisi 1956’da “Konseye askerî olmayan konularda NATO’nun işbirliğini alanını iyileştirmek ve genişletmek ve Atlantik Toplumu içinde daha büyük birlik geliştirmek yolları ve araçları konusunda tavsiyelerde bulunak üzere bir Komite (“Üç Akil Adam”) kurulduğu zaman. Üç Akil Adam mükemmel bir rapor hazırladı ve bu rapordan ortaya bugünkü uygulama ve prosedürler çıktı. İkincisi de, Aralık 1967’de Dışişleri Bakanları farklı üye hükümetler tarafından aday gösterilen beş üst düzeyli görevlinin yönetimi altında yürütülen çalışmalara dayanan Harmel Raporunu onayladıkları zaman. Raporun kapsamlı ilkeleri hala İttifak politika ve faaliyetleriyle bağıntılı.

Bu raporların ikisi de mükemmel olmakla beraber birincisi 26, ikincisi ise 15 yıl önce yazılmış raporlar. 1980’lerin değişen sorunlarını ve şartlarını ele alacak yeni bir gözden geçirmenin zamanı çoktan geldi. Bu iki örnek birbirinden hayli farklı. Üç Akil Adam neredeyse tamamen bağımsız olarak çalıştı; Harmel Raporu ise dikkatle kontrol altında hazırlandı. Birinci modelin benimsenmesinin İttifakın ihtiyaçlarına daha iyi hizmet edeceğine inanıyorum. Fakat temkinli hükümetlerin ikinciyi tercih edebileceklerini gayet iyi anlıyorum. Hangi model seçilirse seçilsin, İttifak 30 yıldır olduğu gibi 1980’lerde de gelişmeye devam etmek istiyorsa bir an önce karar verilmeli çünkü bu konuda hiçbir şey yapmamak bir seçenek değildir.